Çözüme Kavuşamayan Kıbrıs

Doğu Akdeniz’in çok önemli bir noktasında bulunan Kıbrıs, Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerine olduğu kadar Avrupa ülkeleri için de stratejik olarak büyük öneme sahiptir. Özellikle ticaret yollarının kontrol altında tutulması için tarih boyunca egemen devletler tarafından büyük savaşlar verildi ve birçok gücün işgaline uğradı. I. Petro döneminden beri “sıcak denizlere inme” politikaları geliştiren Rusya’nın 1878′de Kars ve Ardahan’ı işgal etmesiyle varlığı tehlikeye düşen Kıbrıs’ın İngiltere’ye geçici olarak verilmesi, bugünkü sorunların da başlangıcını oluşturmaktadır. 1878′de Kıbrıs İngiliz yönetimine geçer ancak yine de Osmanlı mülkiyeti devam etmektedir. 1914′te Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla İngiltere Kıbrıs’ı tek taraflı şekilde ilhak ettiğini açıklar. Gerek dünya savaşı sürecinde, gerekse sonrasında Kıbrıs’ın kıtalar arası üs özelliği taşıması özellikle galip devletlerin iştahını kabartan bir durum olagelmiştir. 1923′te imzalanan Lozan Anlaşması ile Kıbrıs’ın İngiliz mülkü olduğu resmen tasdik edilmiş oldu. Artık bütün ipler İngiltere’nin elindeydi. Bu zamandan itibaren iç sorunlarla boğuşmaya başlayan Kıbrıs, 1959′da İngiltere, Türkiye ve Yunanistan arasında Zürih’de yapılan anlaşmayla bağımsız bir cumhuriyet oldu. Yeni kurulacak cumhuriyetin bağımsızlığını da o anlaşmaya imza atan üç ülke garanti etmekteydi. Zira bu üç ülke de ada konusunda uluslararası arenada söz sahibi olan ülkelerdi ve ortak yaşam sahası olan Kıbrıs’ı refaha erdirebilecek avantajlara sahiplerdi. Anayasanın kabul edilmesiyle adaya Türk ve Yunan birlikleri yerleştirildi. Aslında Lozan’dan sonraki gelişmelerin gelecekte oluşacak temel sıkıntılar üzerindeki etkisi bu andan itibaren başlamaktaydı.

Bin dokuz yüz altmışlar…

60′lara gelindiğinde adadaki mevcut nüfusun yarısına yakınını Türkler oluşturuyordu. Osmanlı’dan ayrıldığından beri genişletilmiş Yunanistan ülküsü olan Magelo Idea’sından vazgeçmeyen Yunanlılar’ın adayı Yunanistan’la birleştirme isteği, burada yaşayan Türklerin temizlenmesi için gerekli ateşlemeleri doğuruyordu. Yunanistan’ın iç işlerindeki karışıklık ve 1963′te Başbakan Karamanlis’in ülkeyi terk etmesi üzerine ada meselesi bir müddet için unutulur. Çoğunlukla Kıbrıs kendi isteğine göre karar alıyor, Makarios ise Türkler’e yönelik baskıların artması için çalışmalar yapıyordu. Etnik temizleme adına en geniş çaplı uygulamalar 1955′te faaliyete başlayan Yunan terör örgütü EOKA tarafından sağlanmıştır. 1964 Ağustos’una kadar süren katliamlarda yüzlerce Türk etnik katliama tabi tutuldu. Bu gelişmeler süresince Yunanistan’da iç karışıklıklar patlak vermiş ve 1967′de ordu yönetime el koymuştur. Kıbrıs’ta EOKA’ya desteğini daha da artıran Yunanistan, adaya gizli askerler yerleştirmeye başlıyor ve Türklere yönelik katliamların sürdürülmesi için her türlü desteği sağlıyordu.

Türkiye’nin bu olayların durdurulmasını istediği vakitlerde Rauf Denktaş’ın adaya gizlice gitmesi Türkler lehine gelişmelerin sağlanması yönünde etkili olmuştur. Türk teşkilatlanmalarını sağlayan Denktaş, Yunanlılarca tutuklandı fakat Türkiye’nin baskısıyla serbest bırakıldı. Kıbrıs’taki kaos ortamının hiçbir şekilde bitmeyeceğini anlayan Türkiye; Türk ve Yunan taraflarının yaptığı görüşmelerden de netice alamayınca askeri müdahalenin olacağını dillendirmeye başladı. Üstü kapalı söylemlerle bir nevi tehdit dalgası yayılmaya başlamıştı. Türkiye’nin çok uzun süredir hiçbir coğrafyada herhangi bir fiziki müdahalede bulunmayışı uluslararası topluluğu da rahat hareket etmeye yöneltmiş olmalı ki, bu söylemlerin başlamasıyla Türkiye’ye karşı politikalar da bu andan itibaren şiddetini artırmıştır.

Adada durumlar kritik bir hal almıştır. 1974′te Yunanlı subayların yönettiği Ulusal Muhafız Örgütü, Makarios’u devirdi ve Sampson’u cumhurbaşkanı seçti. Makarios’un Kıbrıs’ı terk etmesiyle Türkiye, 1959 Garantörlük Antlaşması’nın 4. maddesi gereğince İngiltere’yi müdahaleye çağırdı ancak gereken yanıt gelmedi. CHP-MSP koalisyonu, anlaşmalar gereği Türkleri zor durumdan kurtarmak amacıyla meclis onayıyla uzun süreden beri dillendirilen, ancak kimseyi inandıramadığımız askeri müdahaleyi başlattı. Türk ordusu kara, hava ve deniz kuvvetleriyle adaya girdi. Yunanistan’ın Türk ordusuna karşı mücadele başlatmasıyla ada genelinde sıcak çatışmalar baş gösterdi. Temmuz sonunda Birleşmiş Milletler aracılığı ile ateşkes yapıldı. Ancak bu gelişmelere rağmen Türk nüfusunun güvenliği sağlanamamaktaydı. 16 Ağustos 1974′te Cenevre’deki barış görüşmelerine rağmen uzlaşmayan Yunanistan, Türkler’e yönelik katliamlarını devam ettirince, Türk ordusu yeniden harekete geçerek adanın yüzde 37′sini kontrol altına alacak şekilde ikinci harekatı başlattı.

Kıbrıs Türk Federe Devleti

Türk barış girişimleri sonrası 1975 yılında Kıbrıs Türk Federe Devleti (KTFD) kurulmuş oldu. Bu tarihten itibaren nüfus mübadeleleri gerçekleştirilmeye başlandı. Mübadele BM gözetiminde gerçekleştirildi. Ancak BM Türkiye’nin etkisinin azaltılması yönündeki isteklerini eksiltmemekteydi. 15 Kasım 1983′te ise gerekli yerleşmelerin sağlandığına inanan KTFD meclisi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti adında bağımsız bir devlet kurulduğunu dünyaya ilan etti.

Elbette bu bildiri pek çok ülkenin tepkisini üzerine çekti. Rum tarafı ve Batılı devletlerin şiddetli tepkisini çeken yeni Türk devleti hiçbir ülke tarafından tanınmadı. Devletin kurulmasından 1990 yılına kadarki yapılan toplumlar arası görüşmelerden ise hiçbir sonuç çıkmadı. BM Güvenlik Konseyi, 649 sayılı kararı aldı. Bu kararla BM, adadaki her iki tarafı da, kabul edilebilir bir çözüm arayışı yolunda çaba göstermeye çağırdı. Bu kararda böyle bir çözümün iki toplumlu, iki kesimli bir anlayışa sahip olması ve çözümün siyasi olarak eşit haklara sahip toplum liderlerinin direkt görüşmeleri yoluyla sağlanması gerektiği vurgulandı. Ama bunlara rağmen olumlu bir sonuç alınamadı.

1991′de Turgut Özal, Kıbrıs konusunda bir ‘dörtlü konferans’ toplanmasını önererek, şimdiye kadar meselelerin sadece iki toplum arasında görüşülmesi gerektiğini savunmuş olan Türkiye’nin mevcut anlayışına da yenilik getirdi. Özal’ın önerisine göre Kıbrıs sorunu dış müdahaleleri ortadan kaldırarak; Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Kıbrıs Rum Yönetimi, Türkiye ve Yunanistan arasında ele alınmalıydı. 1991′de Birleşmiş Milletler Türkiye’nin önerdiği Dörtlü Zirve Toplantısı’nı kabul ettiğini açıkladı. Rum tarafının olumsuz tavırları yüzünden olumlu adımlar atılamadı. 1997 AB Lüksemburg Zirvesi’nde ele alınan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi üyelik müzakerelerinin başlatılması kararı nedeniyle kesintiye uğrayan Kıbrıs müzakere sürecinin yeniden canlandırılması girişimleri, 1999 yılının ikinci yarısında hızlanmıştır. Bu çerçevede, BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın 14 Kasım 1999 tarihli açıklamasında ifade ettiği gibi, “kapsamlı çözüme yönelik olumlu müzakereler için zeminin hazırlanması amacıyla” 1999-2000 yılları arasında 5′li tur halinde aracılı görüşmeler gerçekleştirilmişse de, yine aynı şekilde beklenen sonuca ulaşılamamıştır. Öte yandan, Haziran 2000′de Kuala Lumpur’da yapılan İKÖ Dışişleri Bakanları Konferansı’nda kabul edilen “Kıbrıs’ta Durum” başlıklı kararda, Kıbrıs Türk tarafının 31 Ağustos 1998 tarihli konfederasyon önerisi desteklenmiş, Duha’da Kasım 2000′de düzenlenen 9. İKÖ Zirvesi’nde ve Haziran 2001′de Bamako-Mali’de gerçekleştirilen 28. İKÖ Dışişleri Bakanları toplantısında da benzer ifadelere yer verilen kararlar kabul edilmiştir.

İki binli yıllar…

BM Genel Sekreteri’nin 12 Eylül 2000 tarihinde dördüncü turun açılışında yaptığı açıklama, çözüm sürecinin önünün açılması yolunda umut verici bir adım niteliği taşıyabilmektedir. Çünkü bu açıklamada adadaki iki halkın bir diğerini temsil etmeyen siyasi eşit taraflar olduklarını onaylayan, tarafların eşit statüleriyle katılacakları görüşmeler aracılığıyla yeni bir ortaklığı öngören kapsamlı bir çözüme ulaşmaları gereğinin altı çizilmiştir. Ancak Rum tarafı olumsuz tepki göstererek, 11 Ekim 2000 tarihli Rum Meclisi kararıyla söz konusu açıklamayı reddetmiştir. 2001 yılından sonra BM Genel Sekreteri’nin daveti üzerine Rauf Denktaş, Salzburg’da Annan’la bir araya gelmiş, Kıbrıs sorununa ilişkin görüş ve beklentileri, adadaki gerçekleri bir kez daha izah etmiş ve sonrasında BM belgesi olarak da yayınlattırılan, Türk tarafının çözüm anlayışını yansıtan maddeler belgesini vermiştir. Anılan görüşmeyi takiben Alvaro De Soto, Kıbrıs’ta 30 Ağustos-5 Eylül 2001 tarihleri arasında iki tarafla temaslarda bulunmuştur. Denktaş, uzlaşmacı tavrını ve çözüm yönündeki istekli halini bir kez daha göstererek, Klerides ile 4 Aralık 2001′de adada ara bölgede bir araya gelmiştir. Rauf Denktaş konuşmasında, ileriye dönük yapıcı bir vizyon ortaya koymuş, Türk tarafının eşit statüsüne dayanan yeni bir ortaklık kurulması amacına yönelik olarak kapsamlı çözümlere dayalı müzakereye hazır olduğunu, söz konusu ilişkiyi AB üyeliğine varılacak kapsamlı siyasi çözümün esasları çerçevesinde destekleyeceğini ve bu bağlamda Türk-Yunan dengesinin korunması gerektiğini belirtmiştir.

Yunan ve Rum Tarafı

Kıbrıs sorununda en başından beri süregelen temel sıkıntılarda daima Yunan ve Rum tarafının başarılı stratejileri doğrultusunda AB-Türkiye-Kıbrıs üçgeninde zincire vurulan meselelere ek olarak Türkiye’nin ya AB’den ya da Kıbrıs’tan vazgeçmesi ve Kıbrıs Türkü’nün de tarih sahnesinden silinme tehlikesi ile karşı karşıya bırakılması amaçlanmıştır. Bundan sonraki safhada mevcut şartlar dikkate alınarak Kıbrıs üzerinde iki kesimliliğe dayalı siyasi eşitlik ve egemenliğin sağlam esaslar üzerinden tanımlanmasını esas alan makul bir uzlaşmaya varılması kaydı ile anlaşma imzalanmasının ve bu anlaşmanın da ancak Türkiye’nin AB üyeliği ile birlikte yürürlüğe girmesini içeren hareket tarzının uygulanmasının uygun olduğu değerlendirilmektedir.

Rumlarla yapılacak birleşmenin önüne geçmek için Çek Slovak modelini öneren Denktaş için ise Kosova’nın tanınması Türkler için bir avantajdır ve uluslararası ortamda bunu devamlı dillendirmek gerekmektedir. Türkiye cephesinden olayların bu şekilde gelişmesi Azerbaycan için farklılık taşımakta ve bu sebepten dolayı iki ülke arasında da bu konuda soğuk diplomasi doğmaktadır. Kosova konusunda avantajlar elde edebilecek olan Kıbrıs konusunda Rum tarafı çok büyük endişelere sahiptir. AB ülkeleri arasında Kosova’yla ilgili gelişmelerden en çok tehdit algılayan ülkenin Kıbrıs Rum Kesimi olduğu bizzat Rum yönetimi tarafından dillendirilmektedir. Rum Dışişleri Bakanı tarafından da tek yanlı bağımsızlığın kabul edilemez olduğu vurgulandı. Yunan yönetiminin belli süreyi kapsayan ılımlı yaklaşımları da Rumlar’ın Yunanistan’a karşı açık eleştiriler yöneltmesine sebep olmaktadır. Aynı şekilde Türk tarafında da ayrışmalar mevcuttur.

Mehmet Ali Talat’ın sürekli surette vurguladığı Annan planı kafaları karıştıran bir durum olmaktadır. Talat’ın dillendirdiği: “Biz Annan planının ruhuna sadığız ve Annan planının unsurlarını görüşme masasına getirmeye devam edeceğiz. Rum tarafı reddetti, ama benim halkım da kabul etti. Benim halkım kabul ettiğine göre, benim o planın unsurlarını masaya götürmem kadar doğal ne olabilir. Annan planı mükemmel bir plan olmamasına rağmen, benim halkım tarafından onaylandığına göre ben onun ruhuna sadık olabilirim, bu çok doğal karşılanmalı” ifadeleri gerek Denktaş tarafından gerekse Türkiye tarafından sindirilmesi zor olan politikaların oluşmasını sağlamıştır. “Evet” oyu verdiği için pişman olan Kıbrıs’ta Türk nüfusunun varlığı göz ardı edilerek Sabit Soyer’in Hristofyas ile yaptıkları ortak açıklamada “evet oyu veren kesimi üzmemek” sözleri Talat’ın izlediği yolu ve politik düzeyde Türkler arasında oluşan uçurumları da gözler önüne sermektedir.

Kıbrıslı Türkler’in evet oyu vermesindeki temel sebeplerden birisi çok uzun yıllar boyunca Rumlar’la birlikte yaşamayı kabullenebilmiş ve başarmış olmalarıdır. Lokmacı kapısı meselesinde kendisini aşikârane gösteren bu durum politik sistemin ilerleyiciliğini de etkilemektedir. 1963′te Türkler’e karşı yapılan soykırımları önleme amacıyla barikat konumuna getirilen Lokmacı kapısı 1968 yılına kadar kapalı kalmıştır. Uluslararası temasların etkisiyle açılan kapı 1974′teki darbe sonucunda yeniden kapatıldı. Rumlar’ın sınırsızlık isteği ve Türk askerinin adadan çıkarılması yönündeki isteklerine hizmet eden “kapının yeniden açılma” meselesi büyük oranda Rum politikalarına hizmet etmiş olmaktadır.

(İlk yayın tarihi Nisan 2008)

Mehmet Fatih ÖZTARSU

You can leave a response, or trackback from your own site.

Leave a Reply

Powered by WordPress | Designed by: Free Web Space | Thanks to Best CD Rates, Boat Insurance and software download